Milliyet - 22
Temmuz 2010
Zihnimde
lego parçaları gibi uçuşan eylemler, söylemler, tavırlar... Bunları bir araya
getirerek büyük fotoğrafa varmaya çalışıyorum.
İşte onlardan ikisi...
1.
Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan’dayım ABD kumanda merkezi olarak
kullanılan otelin bir odasında dinlediklerim dehşet verici. Amerikalı yarbay
duvardaki harita üzerinde Türkiye’nin Güneydoğusu’nu ve Kuzey Irak’ı işaret ediyor. Avucunu o coğrafyada
dolaştırırken şöyle diyor:
‘Savaş bitecek. Amerika Irak’tan çıkacak. Giderken
silahlarının büyük
bölümünü bırakacak.
Bunlar içinde ağır silahlar,
roketler de olacak.
Yöredeki Kürtler bu silahları alacaklar ve Türkiye’ye
karşı kullanacaklar.
Toprak isteyecekler.
Türkiye, ya istedikleri toprağı
verecek ya da vermeyecek ve
savaşacak.’
Yarbay iyi derecede Türkçe konuşarak
anlatıyor bunları.
Kulaklarıma inanamıyorum.
“Ya NATO ortaklığı ya ülkelerimiz
arasındaki dostluk” diye soruyorum
oralı olmuyor.
Gene de bunun “Amerikalı
yarbayın kendi fantezisi” olabileceğini
düşünüyorum.
Ama...
Birkaç
dakika sonra bir başka odada gene Amerikalı bir rütbeliden aynı şeyleri
dinliyorum.
Bunun
“bir mesaj olabileceğini” düşünüyorum.
Çünkü bu randevuyu bana ilk
Dışişleri Bakanı ve o zamanki Suudi Arabistan Büyükelçimiz Yaşar Yakış
oradaki ABD Büyükelçisi ile konuşarak sağlamıştı.
ABD Büyükelçisi, ABD
komutanıyla temasa geçmiş ve bu iki rütbeli subay tarafından verilecek
kişisel brifing için davet edilmiştim.
Dönemin ABD Başkanı Bush Bağdat’a
girmedi, Kuzey Irak senaryosunun uygulanma olanağı kalmadı.
Ama...
1991’de
dinlediğim o senaryonun 2010 Türkiyesi’nde sahnelendiği kuşkusundayım.
PKK o
roketatarları, uzun namlulu ağır silahları, dockaları, tonlarca patlayıcıyı
nasıl elde etmekte. 50-100 kişilik gruplar halinde askeri üstlere, karakollara
saldıracak cesareti nereden alıyor?
ULUS DEVLET VE DİN
PKK’nın mezraları, köyleri bastığı yıllarda Turgut Özal Başbakan’dı...
Kol kadar
bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar dahil 23 kişiyi öldürmüşler.
“Biz derelerden
çamurlu su içiyoruz, sizin evlerinizde buzdolaplarınız var” deyip
buzdolaplarını bile kurşunlamışlar.
Özal
helikopterle köye gidiyor Yavuz Donat ve ben de kiraladığımız bir araçla...
Köyün sınırına
vardığımızda asker durduruyor “izin yok” diyor.
Buna karşılık
özel kuvvetlerden bir polis şefi “bugün sıkı yönetim kalktı yetkiler olağanüstü
hale devredildi, gazeteci beyleri biz götürüyoruz” cevabını veriyor.
Biniyoruz
araçlarına.
100-150 metre
sonra direksiyondaki polis “amirim taze toprak” diye uyarıyor.
“Devam et”
talimatı üzerine polis “kendimiz için değil konuklarımızın yaşamı için
söyledim” diye izah edince “taze toprağın mayın döşendiği” anlamına geldiğini
öğreniyoruz.
Birkaç yüz metre
daha taze toprak tümseklerini aracın ortasına alarak çok yavaş ilerliyoruz.
Yavuz’a
bakıyorum yüzünde iğne ucu kadar ter zerreleri 15-20 saniyede irileşiyor, nohut
büyüklüğünde patır patır dökülüyor.
Söylediğine göre
ben de aynı görüntüdeymişim.
Ölümle burun
buruna gelmek böyle bir şey işte.
Tekerleğin her
dönüş hareketi yaşamı noktalayacak bir patlama kâbusu...
Aradan yıllar
geçecek ve beni Bekaa’daki Abdullah Öcalan’a götürecek olan PKK’nın milisinden
o günü dinleyeceğimi nerden bilirdim.
Adı Oktay’dı.
Bizim aracı
gözlüyorlarmış.
Uzaktan
kumandayla mayını patlatmışlar.
Aralarında
“yazık oldu gazetecilere” diye konuşmuşlar.
Meğer o zaman
polisin kullanmakta olduğu beyaz minibüsün eşi olan bir başka beyaz minibüsü
uçurmuşlar.
Onları da
görmüştük.
Bunun üzerine
araçtan inmiş yolun kenarındaki düzlüğe geçmiş köye yürüyerek gitmiştik.
Bu olaydan sonra
Turgut Özal’la bir söyleşimizde şu ifadesini hatırlıyorum:
“Maalesef tam
bir ulus devlet olamadı. Bölgede birleştirici olarak din hâlâ önemli...”
Aradan 20 yıl
geçti yörede hâlâ aynı siyaset formülü geçerliliğini sürdürüyor.
Sandıklarda
oyların dağılımı Kürt ulusalcılığı ve cemaatler-tarikatlar eksenlerinde
oluşuyor.