Yrd. Doç. Dr. Erkan ÇAV
11 Ocak 2016 günü
Türkiye’deki ve ülke dışındaki üniversitelerde görev yapan ve bir kısmı emekli,
Prof., Doç., Dr., Doktora Öğrencisi, Öğretim Görevlisi ve Araştırma Görevlisi tarafından Barış kavramının içini doldurmayan bir bildiri yayınlandı. Bu sebeple
Barış kelimesinin yanına soru ve sorun işareti
ile başlıyorum yazıma. 1100 civarındaki Akademi üyesinin, “Barış (?) için
Akademisyenler Grubu” adına imza attıkları bildiri hakkında, izlenilen yaklaşımın
yanlış, göstergelerin eksik ve toplumu yanıltıcı olduğunu bildirinin kendi cümleleri
üzerinden göstererek ve düşüncelerimi açıklayarak, nihai değerlendirmeyi kamuoyunun
takdirlerine bırakıyorum.
Bildiride yer alan; “Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de,
Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma
yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine
ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı,
özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere
anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan
hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.” ifadelerinde;
“Haftalarca süren sokağa
çıkma yasakları”nın olduğu belirtilmektedir. Sokağa çıkma yasağı, İstanbul Nişantaşı’nda veya Türkiye’deki binlerce
başka mahallede yoktur. Yasak; silahlanan kişilerin vatandaşlara zarar
verilmeden toplum içinden ayıklanması gayesi ile yapılmaktadır. 13 Kasım 2015
tarihli Paris saldırısı sonrasında, sadece Paris’te değil, bütün ülkede
“olağanüstü hâl” ilan eden Fransa yönetiminin “ülke güvenliği” söz konusu
olduğunda bunu yapması meşrulaştırılırken, Türkiye Cumhuriyeti kendisine karşı
silahlı ve bombalı saldırılar düzenleyen grupların ilçeleri, kasabaları, mahalleleri,
sokakları, evleri siper ve kalkan etmelerini engellemek için “sokağa çıkma
yasağı” ilan ettiğinde, bunun “meşruiyeti olmayan” bir uygulama olarak
gösterilmesi, göstergedeki yanlışlığı gözler önüne sermektedir.
İnsanları/vatandaşları
fiilen “açlığa ve susuzluğa mahkûm eden”in devlet olmadığı, ilgili yerleşim
birimlerini ve insanlarını kendilerine siper ve kalkan edinenlerin oldukları toplum tarafından açık bir şekilde
bilinmektedir. Devlet değil, dağlardan şehirlere inerek kır gerillası
taktiklerini kent gerillası taktiklerine dönüştürerek İç Savaş çıkartmak ve
yaymak isteyenler insanları/vatandaşları “açlığa ve susuzluğa” mahkûm
etmektedirler.
“Yerleşim yerlerine ancak
bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak” ifadesi ise kendi içinde
büyük bir çarpıtma bulundurmaktadır.
Devlet “yerleşim yerlerine” değil, “yerleşim yerlerinde gizlenen,
siperlenen ve mevzilenen silahlı/bombalı gruplara” karşı mücadele etmektedir. Devletin
Ordusu ve Polisi; insanları/vatandaşları “canlı kalkan” olarak kullanan
teröristlerin her türlü saldırı ve öldürme aracı ile Devlete ve Topluma saldırmalarına karşı meşru cevap
vermektedir.
Bildiride yer alan “yaşam hakkı”, “özgürlük ve güvenlik
hakkı” ve “işkence ve kötü muamele yasağı” hakları; askeri,
polisi, öğretmeni, imamı, doktoru, hemşireyi, vatandaşları, velhasıl bu ülkenin
insanlarını öldürenlerin çiğnediği haklar değil midir? Bu haklar, eline silah
alanlarca “hiçbir şekilde” ortadan kaldırılmıyorken, bu hakları Devlet ortadan
kaldırıyor olabilir mi? “Ulusal Güvenlik hakkı” olmayan bir yapının nasıl
Devlet olmadığını söylemek mümkünse, kendisine saldıran silahlı güçlere cevap
veremeyen yapı da asla Devlet olamaz.
“Anayasa ve taraf olunan
sözleşmeler”, silahlı gruplara yukarıda sayılan hakları “ortadan kaldırma
hakkı” sunmaz. Devletin ve Toplumun varlığı, burada dile getirilen bütün
haklardan önce, öncelikli ve belirleyicidir. Devlet ve Toplum varlığı olmaz ise
“yaşam hakkı”, “özgürlük ve güvenlik hakkı” ve diğer haklardan bahsetmek mümkün
değildir. Ancak Devletin ve Toplumun varlığı temelinde; her türlü Demokratik ve
Hukuki ölçüler içinde konuşmak, fikirlerini açıklamak, söylem ve eylemlerini gerçekleştirmek,
en önemlisi “var olmak” ve “yaşamak” mümkündür. Devlet ve Toplum varlığı tehdit
altında iken bu hakları Devlet ve Toplum’dan önce savunmak, ontolojik bir
kırılma, geriye düşüş ve yok sayma getirir. Bu, Devletsiz ve Toplumsuz bir
yapıda bireylerin asla var olmayacak “haklarını” aramaktır.
“Bu kasıtlı ve
planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası
hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.”
“Kasıtlı” ve “Planlı”
kıyımlar yapmak için programlı saldırılar düzenleyen, barikatlar yığan, patlayıcı
düzenekler kuran, hendekler kazarak tuzaklar oluşturan, suikastler yapan,
bombalar atan, pusular hazırlayan ve her türlü hile ile saldırılar düzenleyen silahlı
grupların değil de, bunlara engel olmak isteyen Devletin suçlanması; “suçu
işleyenin değil, suç işlenmesine engel olmayı isteyenlerin suçlanması” şeklinde
mantık dışı bir durum oluşturur.
“Devletin
başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği
katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini,
sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları
ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın
uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların
tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız
gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin
verilmesini talep ediyoruz.”
Başta Kürt halkı olmak
üzere bölgedeki bütün halkları tehdit eden, öldüren, yaşam alanlarını ortadan
kaldıran silahlı grupların, teröristlerin, yani evleri, sokakları, yolları,
mahalleleri kapatarak “savaş bölgeleri oluşturmayı” amaçlayanların değil, bu
uygulamalara engel olmak isteyen Devlet politikalarının suçlanması, isabetsiz bir
bakış açısıdır. Bununla beraber, böylesi silahlı çatışma sürecindeki karmaşık
durumlarda elbette istenmeyen sonuçlar olabilir, bunlar için de gereken hukuki
işlemlerin yapılması Devletten beklenmelidir. Ancak temel olgu şudur: Silahlı
grupların bölgeden uzaklaşması gerçekleşmediği sürece, dile getirilen taleplerin
“gerçek dışı” kaldığını görmektir.
“Müzakere
koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının
kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol
haritasını oluşturmasını talep ediyoruz.”
Burada ifade edilen
süreçleri ortadan kaldıran siyasi kararlara ve uygulamalara yönelen siyasi
erkleri ve bu erklerin bağlı olduğu “silahlı gücün taleplerini, söylem ve
eylemlerini” göz ardı ederek oluşturulan bu söylem bir çelişkiler yumağıdır. Bildirinin;
8-10 yıldır yürütülmeye çalışılan çözüm adımlarına ve bu çözüm adımlarının Türkiye,
Ortadoğu ve Dünya ölçeğindeki uzantılarına bigane kalması, sağlıklı bir yaklaşım
geliştirilmediğinin açık bir işaretidir. Çözüm adımlarını dikkate almayıp, sorunun
suçlu tarafı olarak “müzakere sürecini” başlatan mevcut iktidarı görmek, hakikate
uygun değildir.
“Müzakere görüşmelerinde
toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve
bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz.”
“Müzakere görüşmelerinde
toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep” eden ve
fakat bu bildiri ile “tarafsız olmadıklarını” açıklayanların “gönüllü olarak
yer almak” isteyebilecekleri görüşmelerin “müzakere görüşmeleri” olması, ortaya
koydukları bu yaklaşım ile mümkün değildir.
“Siyasi
iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.”
Bildirinin sahipleri, eğer
mevcut iktidarın “siyaseten muhalefeti” olduklarını beyan etmek istiyor ve bu
iktidarla mücadele etmeyi amaçlıyorlarsa, bunun için Türkiye’deki mevcut sorunlu
konulardan en hassası olarak toplumsal ve siyasal yönleri bulunmasına rağmen
odağında bugün “terör” olan durumu, araçsallaştırmamaları gerekmektedir. Böylesi
bir olasılık ve açıklık; iddia edilen ve savunulanın aksine mevcut durumun
iyileşmesi yönünde değil, bu sürecin “iktidar çatışması malzemesi” yapılarak
daha da şiddetlenmesi, derinleşmesi ve kemikleşmesi yönünde gerilemesine yol
açacaktır.
“Devletin
vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu
ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç
ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi
partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın
sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”
“Devletin vatandaşlarına
uyguladığı şiddete…” ifadesi ile “Vatandaşlarını öldüren Devlet”
kavramsallaştırması yapmaya çalışan Bildiri, bu metne imza atan
Akademisyenlerin -bütün iyi niyet ihtimalleri içinde dahi- tam da nasıl “sorunu
derinleştiren yapının amaçlarına” alet olacak şekilde konumlandıklarını göstermesi
bakımından kökensel ve varoluşsal bir yanılsamadır. Yanıltılmışların
yanılsaması -bilindiği üzere- yanılsamanın en büyüğüdür.
Nihayetinde bu Bildiri
ile; sağlanmış ve sağlanmakta olan Haklara, parlamenter sistemdeki temsile, son
10 yılda söylem ve eylem alanlarının genişletilmesi ile oluşan Demokratik ve
Hukuki ölçülerdeki her türlü Hak arama olanağına ve her türlü silahlı ve
politik karşı-müdahale içinde dahi oluşturulabilmiş olan resmi ve sivil ölçekli
toplumsal ve kamusal iletişime, ilişkiye, uzlaşıya ve Barış Masası ihtimaline
rağmen, “siyaset yapmak” yerine Silah ile Hak arayabileceğini ve amacını
gerçekleştirebileceğini düşünen yapıya; bu yapının, hiçbir söylem ve eylemine
eleştiri getirme, kınama ve karşı çıkma emaresi göstermeden düşündürücü bir
destek verilmiştir.
İlk cümlesi ile “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak
olmayacağız!” diyerek Devleti ve onun meşruluğunu sağlayan Toplumu “suçlu” gösteren Bildiri,
bu sorunun çözümünde atılacak adımlar için bir öneri mahiyeti taşımamaktadır.
Bildiriye imza atmayan “Bu Ülke”nin binlerce Akademisyeninden ve
Araştırmacısından biri olarak Çözüm için kanaatim; ancak ve sadece Silahsız ve Şiddetsiz Hak
arama alanlarının meşru olduğunu benimseyen, Türkiye’de yaşayan her bir bireyin
farklı talepler içerebilen İnsan Haklarını sağlayan, gözeten ve koruyan ve bu zemin üzerinde tüm ülke vatandaşlarını kapsayan Gerçek ve Kalıcı Barış
için emek veren toplumsal ve siyasal yaklaşımların çözüme katkı sunabileceğidir.
No comments:
Post a Comment